Bazı kitaplar vardır, sayfaları değil, zamanın kendisini okur. Arthur Koestler’in Gün Ortasında Karanlık adlı romanı da böyledir. 1940’ta yazılmış bir hikâye, ama sanki bugünün ekranlarından, meydanlarından, hatta bizim suskun sohbetlerimizden geçip gelmiştir. Çünkü bazı karanlıklar, elektrikle değil, vicdanla aydınlanır.
Rubashov, bir zamanlar idealleri uğruna her şeyi feda etmiş bir devrimcidir. Ama yıllar geçtikçe o büyük fikirlerin içi boşalmış, yerini korku, şüphe ve itaat almıştır. Bir sabah kendi partisi tarafından tutuklandığında anlar ki; devrim, artık bir inanç değil, bir mekanizma olmuştur. İnsanlar fikirle değil, korkuyla yönetilir. Ve en tehlikeli karanlık, tam da “günün ortasında” başlar; çünkü herkesin gözü açıkken kimse gerçeği görmez.
Bugün bu hikâyeyi okurken, sadece Sovyet hücrelerini değil, kendi şehirlerimizi de görürüz. Korkunun adı değişmiştir; artık duvarlarda değil, ekranların parlak ışığında yaşar. Bir tweet, bir cümle, bir yanlış anlaşılmış söz insanın bütün bir ömrünü silecek kadar güçlüdür. Koestler’in “partisi” artık yoktur, ama yerine geçen “algoritma” aynı görevi sürdürür: Kimin konuşacağı, kimlerin sessiz kalacağı, kimin öne çıkarılacağı görünmez bir el tarafından belirlenir. Düşüncelerimizi değil, duygularımızı yöneten bir sistem vardır artık.
Bir zamanlar itiraflar mahkemede alınırdı; şimdi sosyal medyada alınıyor. Bir zamanlar susturulanlar zindanlarda unutulurdu; şimdi sessizliğe gömülenler kalabalıkların ortasında yalnız bırakılır. Artık kimse “doğruyu” söylemiyor, herkes “doğru olanı” söylüyor. Doğru olan, güçlüye yakın olandır. Ve hepimiz, farkında olmadan, kendi Rubashov’umuzu içimizde taşırız.
Türkiye’de de bu hikâyenin yankısı uzaktan değil, yakından gelir. İnsanlar artık cümlelerini tartarak kuruyor. Gazeteciler kelimelerin arasına nefes gizliyor, sanatçılar eserlerinde suskunluğu anlatıyor. Üniversitelerde merak, haberlerde eleştiri, kahvehanelerde tartışma giderek azaldı. Sanki koca bir ülke aynı anda derin bir nefes alıyor ama konuşmaya cesaret edemiyor.
Koestler’in romanı, bir kişinin çöküşü değildir yalnızca. Bir çağın, bir toplumun, bir inancın kendi içinde eriyişidir. Bugün de aynı sorular hâlâ havada asılı: Gerçek nedir? İnanç nedir? Ve en önemlisi: Korkunun hükmettiği yerde, hakikat yaşar mı?
Gün ortasında hâlâ karanlık varsa, belki de ışık, gökyüzünden değil birbirimizin gözlerinden, cesaretle konuşan vicdanlardan doğmalıdır. Çünkü tarih, karanlığın derinliğinde bile umudun filizlendiğini unutmamızı istemez; özgürlük ve hakikat, en sessiz anlarda bile uyanmayı bekleyen birer yıldızdır.