Toplumun büyük çoğunluğu, olup biteni sessizce izlemekle yetinir. Tepkisini içine gömer, sesini yükseltmez. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sözünün gölgesinde yaşamayı seçer. Bu sessizlik ilk bakışta kişisel bir tercih gibi görünse de, aslında siyaseti, ekonomiyi ve adaleti şekillendiren görünmez bir güce dönüşür.
Sessizlik, onaylamak anlamına gelmez belki; ne var ki karar vericiler için çoğu zaman öyle okunur. Siyasette, sesi çıkan küçük bir azınlık, çoğunluğun temsilcisiymişçesine davranır. Ekonomide, talebini dile getirmeyen tüketici, hazırlanan politikalara mahkûm olur. Toplumsal yaşamda ise hakkını aramayan vatandaş, görmezden gelinir. Tarih, bu sessizliğin bedelini defalarca göstermiştir. Nazi zulmüne tanıklık eden Alman yazar Martin Niemöller’in sözleri hâlâ ders niteliğindedir: “Önce sosyalistler için geldiler, ses çıkarmadım… Sonra Yahudiler için geldiler, ses çıkarmadım… Sonra bana geldiklerinde, artık ses çıkaracak kimse kalmamıştı.”
Türkiye yakın tarihinde de benzer tablolar yaşandı. 12 Eylül askeri darbesinin ardından binlerce insan gözaltına alınırken, toplumun büyük kısmı susmayı tercih etti. 1990’larda faili meçhuller, köy boşaltmalar, yolsuzluk skandalları yaşanırken, sessizlik bir “hayatta kalma stratejisi”ne dönüştü. Susurluk skandalında devlet-mafya ilişkisi tüm çıplaklığıyla ortaya saçıldı; fakat geniş kitlelerin sessizliği, olayın üstünün hızla kapanmasına yol açtı. Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi, barış ve hukuk için sesini yükselttiği için sokak ortasında katledildi; onun ardından milyonların suskunluğu, adaletin yerini bulmasının önünde bir engel oluşturdu. Bugün de benzer bir tabloyla karşı karşıyayız: 80 milyon insanı ilgilendiren hayati bir mesele masadayken; bizler, iş yerindeki mesai arkadaşlarımızla veya liseden beri dostluğunu taşıdığımız arkadaşlarımızla dahi bu konuyu konuşmaktan, fikrimizi dile getirmekten çekiniyoruz. Kendi aramızda bile sansür uyguluyoruz. Peki ya siz? Etrafınızdakiler bu konuda ne düşünüyor, hiç sordunuz mu? Bu kolektif sessizlik içimizde bir fırtına biriktirirken, karar, geniş toplumun değil, birkaç kişinin elinde şekilleniyor. İşte tüm bu örnekler gösteriyor ki sessizlik, yalnızca bireysel bir tercih değil, aynı zamanda toplumsal bir kayıptır.
Çoğu zaman “tek bir ses neyi değiştirebilir ki?” diye düşünürüz. Oysa küçük bir adım bile zinciri kırabilir. 1517’de Martin Luther’in duvara astığı 95 Tez, yalnızca bireysel bir cesaretin ifadesi değildi; Avrupa’da Reform’un fitilini ateşledi ve milyonların kaderini değiştirdi. Gandhi’nin tuz yürüyüşü İngiliz sömürge düzenini sarsarken, Rosa Parks’ın bir otobüste yer vermemesi, Amerika’daki siyah hakları hareketini ateşledi. Nelson Mandela, yıllarca süren sessizliği bozarak Güney Afrika’da apartheid rejiminin yıkılmasına öncülük etti. Malcolm X, susturulmuş bir topluluğun sese dönüşen simgesi oldu. Aliya İzzetbegoviç, Bosna’nın en karanlık günlerinde dahi hakikati haykırmaktan vazgeçmedi. Bir seyyar satıcının çaresizlikle kendini ateşe verdiği Tunus’ta başlayan Arap Baharı, tek bir kıvılcımın nasıl koskoca bir coğrafyayı sarstığını gösterdi. Vaclav Havel, Simone de Beauvoir, Martin Luther King gibi isimler de kendi çağlarının sessizliğini yırtanlardandı. Hepsi bize aynı gerçeği hatırlatır: Bir kişinin cesareti, milyonların kaderini değiştirebilir.
Asıl soru şudur: Bu biriken fırtına hangi yönde esecek? Sessiz çoğunluk, öfke ve çaresizlik biriktirip yıkıcı bir patlamaya mı dönüşecek, yoksa sorumluluk alıp toplumsal bir güce mi evrilecek? Cevap bizim elimizde.
Eleştirmek elbette önemlidir; ancak asla yeterli değildir. Gerçek değişim, sessiz çoğunluğun “aktif çoğunluk” hâline gelmesinde yatar. Bunun için büyük kahramanlıklar gerekmez. Bir derneğe katılmak, imza kampanyasına destek vermek, sosyal medyayı bilinçli kullanmak, yerel yönetimlerde söz almak… Bunların her biri, bireysel sessizliği toplumsal güce dönüştüren birer adımdır. Bir oy, bir imza, bir paylaşım küçük görünebilir; fakat yan yana geldiklerinde dağları yerinden oynatacak bir güce dönüşür.
Sessiz kalmak kolaydır; çünkü bedelini anında hissetmeyiz. Lakin o bedel, er ya da geç hepimize ödetilir. Biz sustukça başkalarının sesi daha gür çıkar; kenarda durdukça oyunun kurallarını başkaları yazar. Sessizliğimizin ardında bir fırtına birikiyor. Bu fırtına ya öfke ve umutsuzlukla önüne çıkan her şeyi yıkacak ya da biz sorumluluk alıp sözümüzü söyleyerek geleceği yeniden inşa edeceğiz.
SEÇİM HÂLÂ BİZİM ELLERİMİZDE.