Bize ne zaman “iyi olmalıyız” denildiğini hatırlamıyoruz. Çünkü bu cümle, çoğu zaman açıkça söylenmedi; hayatın içine sessizce yerleştirildi. Sabah işe giderken, sosyal medyada dolaşırken, birine derdimizi anlatmaya yeltendiğimizde… Hep bir yerlerden fısıldandı: güçlü ol, toparlan, geçer, abartma. Böylece iyi olmak, bir hal olmaktan çıkıp bir zorunluluğa dönüştü. Oysa insan, her zaman iyi kalabilecek bir varlık değil.
İyi olmak artık bir duygu değil, bir performans. Gülümsemek, motive görünmek, ayakta durmak zorundaymışız gibi davranmak… Yorulduğumuzu söylediğimizde hemen çözüm önerileri sıralanıyor; üzgünsek “negatif olma” deniliyor. Acıya tahammül edemeyen bir çağda yaşıyoruz. Kimsenin başkasının karanlığına bakacak vakti yok. Bu yüzden çoğumuz, içimizde olanı bastırmayı öğreniyoruz. Çünkü bastırmak, anlatmaktan daha kolay.
Oysa bastırılan hiçbir şey yok olmuyor. Sadece yer değiştiriyor. Dile gelmeyen yorgunluk bedene çöküyor, söylenmeyen kırgınlık öfkeye dönüşüyor, anlaşılmayan yalnızlık derin bir boşluk olarak kalıyor. “İyiyim” dediğimiz her an, aslında kendimize biraz daha uzaklaşıyoruz. Çünkü gerçek halimizle kabul görmeyeceğimize inanıyoruz. İyi olmazsak sevilmeyeceğimizi, yük sayılacağımızı düşünüyoruz.
Bizi en çok yoran da bu: Herkes için güçlü kalma mecburiyeti. Aile için, iş için, toplum için… Birinin dayanması gerekiyorsa, çoğu zaman biz seçiliyoruz. Ve bir süre sonra kendi sınırlarımızı tanımaz hale geliyoruz. Dinlenmeyi ertelemek, hisleri susturmak, acıyı küçümsemek normalleşiyor. Ta ki bir gün hiçbir şey yapacak gücümüz kalmayana kadar.
İyi olmak zorunda değiliz. Bazen dağınık olabiliriz. Kırılgan, kararsız, yorgun… Bunlar bir eksiklik değil, insan olmanın doğal halleri. Herkesin toparlanmış görünmek zorunda olduğu bir dünyada, dağılmaya izin vermek bir cesaret biçimidir. “Bugün iyi değilim” diyebilmek, sanıldığı kadar zayıflık değil. Aksine, kendinle dürüst olmanın en yalın halidir.
İyilik hali dayatıldığında, samimiyet kaybolur. İnsanlar gerçek duygularını saklamayı öğrenir. Oysa iyileşme, önce iyi olmadığını kabul etmekle başlar. Acının adını koymadan, yorgunluğu fark etmeden, eksikliği kabullenmeden hiçbir şey düzelmez. Sürekli güçlü olmaya çalışan insan, en çok kendi ihtiyaçlarını ihmal eder.
Belki de bu yüzden, en çok “iyiyim” diyenler en sessiz çığlığı atıyor. Kimseye yük olmamak için susanlar, zamanla kendi ağırlığı altında eziliyor. Halbuki insan, bazen durmaya, bazen düşmeye, bazen de sadece anlaşılmaya ihtiyaç duyar. Her an üretken, mutlu ve dengeli olmak zorunda değiliz.
İyi olmak zorunda değiliz ama gerçek olmak zorundayız. Kendimize karşı, hayata karşı. Bugün iyi değilsek, bunu kabullenmek bir başlangıçtır. Belki de asıl iyilik, iyi olamadığımız günlere şefkatle bakabilmektir. Çünkü insanı ayakta tutan şey, her zaman güçlü olması değil; düştüğünde kendine yabancılaşmamasıdır.
Ama bu “iyi olma” zorunluluğu yalnızca bireysel değil; siyasal ve toplumsal bir iklimin de ürünüdür. Krizlerin sıradanlaştığı, adaletsizliklerin normalleştiği, yoksulluğun kader gibi sunulduğu bir düzende insanlardan hâlâ “iyi” kalmaları bekleniyor. Tepki göstermek yerine sabretmeleri, sorgulamak yerine şükretmeleri isteniyor. İyi olmak, bazen susmakla eş anlamlı hale getiriliyor.
Toplum, mutsuzluğun nedenlerini konuşmak yerine bireylerden güçlü durmalarını talep ediyor. Sistem yoruyor, düzen sıkıştırıyor, gelecek belirsizleşiyor; ama insanlardan yine de pozitif kalmaları bekleniyor. Oysa bu, adaletsizliğin üzerini örten bir sessizliktir. Herkes iyiymiş gibi davrandığında, hiçbir şey değişmiyor.
Belki de bu yüzden “iyi değilim” demek, yalnızca kişisel bir itiraf değil; aynı zamanda toplumsal bir cümledir. İyi olmama halini dile getirmek, bu düzenin bize yüklediği sessiz kabullenişe karşı küçük ama anlamlı bir itirazdır. Çünkü bazen iyi olmamak, her şeyin yolunda olmadığını hatırlatmanın tek yoludur.