
İran
Veysel Çağlar
Mayıs ayında İran’ın muhtelif bölgelerini gezme imkânımız oldu. Türkiye tarafından İran’a geçmek için 710 tl yatırıp ve birkaç dakika içerinde işlemleri yapıp sınırın öte tarafına geçtik. Refikim güzel insan, öğretmen Reis POLAT hocaydı.
Taksi kiralayıp muhtelif bölgeleri özellikle Tebriz’i gezmek istedik. Herkesin Türkçe ve Kürtçe bilmeleri özellikle sürekli bu iki güzel dili konuşmaları dikkatimizden kaçmadı.
Araç kiralamak için ilk sorduğumuzda 1.200 TL dediler. Tabi biz gitmeden önce biraz araştırma yapmıştık. Yaptığımız pazarlıklarla birlikte 400 TL’ye, dönüş için de aynı şekilde yani toplamda 800 TL’ye anlaştık. Gittiğimiz yerlerde gezmek de buna dâhildi. Normal şartlarda Ağrı’dan Erzurum’a gidip gelmeye çalışsak bu verdiğimiz para onun zekâtı bile olamazdı. Petrol ah petrol!..
Kiraladığımız taksinin şoförü Hüseyin amca başlı başına bir hikâyeydi. Türkçesi güzeldi. İlk durduğu yerde pet bardağı aldı, bize çay ikram etti. Direksiyonun yanında bardağını bırakmak için bir yer ayarlamıştı. Taksi yapılırken bu maksatla mı yapılmıştı yoksa başka bir şey için mi bilmiyorum ama sanki hususi onun için yapılmıştı. Süperdi. Adeta, az parayla alınan kaçak çay ve kıtlama şekeri Hüseyin amcanın dünyasıydı. Kendisi Sünni değildi. Biraz konuşturmaya çalıştım. Kendisi günde üç defa namaz kılarmış, onlarda öyleymiş, gerçi hiç namaz kıldığını göremedik. Türkiye’ye daha önce gelmiş. Türk dizilerini çok severmiş, özellikle kanal7 ve başta “Gelin” dizisi olmak üzere ailecek seyrederlermiş. Azerbaycan kanalları da sever ve seyrederiz dedi. Nedense İran kanallarını sevmeyiz ve pek seyretmeyiz dedi, gizemli Hüseyin amca. Hüseyin amca bize İran’ı uzun uzadıya anlattı, sağ olsun. Çok dikkat çekici notları vardı. Mesela Türkiye yollarından dem vururdu. Yol medeniyettir ki Türkiye çığır açmış, namınızı duyuyoruz deyip durdu. Türkiye’nin ciddi bir güç haline geldiğini, Âlem-i İslam için hamilik pozisyonuna geldiğini ve kendilerinin de bu gerçeği görüp kabul ettiğini söylemesi göğsümüzü kabarttı. Türkiye’yi öve öve bitiremedi. Sık sık Azerbaycan’ı sevdiğini de söylerdi. Sınırda olan bitenleri anlattı. Anlatmayacağım.
GÖZLEMLEMELER
Kullanılan araçların yüzde doksanından fazlası Fransız menşeili Peugeot Pars markası olan taksilerden ibaretti. Daha önemlisi artık bu araçlar aynı markaya münhasır olsa da yapımı İran’a aitti, diye bilgi aldık. Araçlarda konfor esirdi, adeta. Ağrı’da geliri en düşük köylerde bile araçların konforu ziyadedir. Bu bir tercih mi yoksa ambargonun angaryası mı? Doğrusu emin olamadım.
Yeşilliğin az olması ve birçok yerin kayalıklara teslim olması enteresandı. Belli bölgelerde ise yeşilliğin harikuladesi, adeta büyülüyordu. Şoföre sorduğumda şu cevabı vermişti: Şu gördüğünüz yeşil alanlarda Azeri, Türkmen ve özellikle Şii olanlar yaşıyor. Solda kalan ve Mardin’in köylerini anımsatan yerlerde ise Kürtler yaşıyor, diye cevap verdi. İlginç.
Market ve dükkânlarda elinizi hangi ürüne atsanız İran’ın kendi malıdır. İthal ürün bulmak çok zor. Benzin ağırlıklı olmak üzere, mazot ve yemek fiyatları gayet uygundu. Ötesinin çokta albenisi yoktu. Genel anlamda kalite noksanlığı vardı. Başta petrol şirketleri olmak üzere genel anlamda şehirlerin gelişmişlik düzeyi düşüktü. Ciddi anlamda suyun yetersiz olduğuna da kanaat getirdik. İşin güzel tarafı, ambargocuların hesaba katmadıkları halkın katma değeriydi. İran’ın ambargoya maruz kalması fırsata dönüştürülmüş.
Bizde neredeyse bütün mezarlıklar yol kenarında, tertip ve düzeni gayet iyidir. Fatihaların mezar taşlarına muhabbet beslemesini önemseriz. İran’da ise çok bölge olmasına rağmen tek bir yerde ve ciddi anlamda düzensiz mezarlık gördük. Âdete giden gitmiştir, gerisi önemli değil dercesine. Haksızlık etmek istemem ama manzara öyleydi.
O kadar yol almamıza rağmen toplasak bir elin parmaklarını geçemeyecek kadar az çocuk gördük. Hatta Reis hocaya sorduğum da “valla doğru, bende pek çok görmedim” diye şaşkınlıkla cevap vermişti. Hikmeti… Sual olmazından mı? Anlaşılmadı.
Kadınların çok büyük kısmı tesettürlüydü. Belli bir kesimi pantolonlu giyim tarzını benimsemiş, ötesi ise klasik örtünmeydi. İlginç olan ise başörtüleri genel anlamda saçlarının üçte birini açık bırakırdı. Tercih mi? Tepki mi? Kültürel kabul görme mi? Yoksa başka bir şey mi? Bilmiyorum. Muhtelif yorumlar olsa da tıpkı az malumatımız gibi yine de yorumsuz kalmayı doğru buluyorum.
Genel anlamda şunu söyleyebilirim: Temizlik hususunda yetersizler. Belki de bizler toplum olarak ziyadesiyle temizliği önemsiyoruz, onun için farklı coğrafyalarda ve milletlerin hayat tarzları bizler için tuhaf geliyor olabilir. Her ne olursa olsun benim kanaatim, temizlik inancın kapsamına göre toplumlarda vücut bulur. Ona göre insanlar hayatını idame eder.
Trafik ışıkları yok gibi bir şey. Çok ama çok azdı. İnsanlar ışıksız ve kuralsız trafik iradesini deruhte etmişler. Pek kazaya da rastlanmadık, ufak tefek olanların dışında.
Camiler hem az hem de mimari olarak ülkemizdeki camilerden çok farklıydı. Estetik ve albenisi vardı diyemem. Minareler mahzundu, sanki. Tek parça halının olmaması ve tarihi dizilerdeki halılar gibi (kilim) olması dikkat çekiciydi. Üzülerek söyleyebilirim ki; temiz değildi. Bu olumsuz ifadeleri tenkit anlamında değil, tespit maksatlı aktarmaya çalışıyorum. Azerilerin olması, Şii mezhebinin tesir etmesi camii hususunda mimari aktör olsa gerek. İran dini lideri Hamaney’in fotoğrafının camide olması dikkat çekiciydi. Abdest almak için lavaboya gittiğimizde enteresan bir şey karşılaştık. Ayaklarını yıkamak için yapılan lavabo taşları boyumuzu aşıyordu, neredeyse. Mantığı çözemedim.
Başta Tebriz olmak üzere diğer bölgelerde de tarihe dair güzel kalıntılar vardı. Bazı eserlerin içi de dışı da harikaydı. Medeniyet ve tarih kanıtıydı. Tebriz Cuma Camisi olsa gerek; muhteşemdi. Sadece cuma günleri halka açık olması ise işin üzücü tarafıydı. İran denilince, akla uzunca bir mazinin yani tarihin ve savaşçı bir milletin gelmesi, temaşalar nihayetin de ikna olmak için yeterli olmuştu. Medeniyet konusunda farklı düşüncelerim var. En azında son zamanların İran’ı için söyleyebilirim.
Sanayi hususunda fazla tespit yapamadık. Tarım konusunda ise gördüğümüz kadarıyla yetersiz kalıyorlar. Suyun etkisi muhakkak var ama tarımsal kalkınmaya barikat olacak kadar değildi diye düşünüyorum.
Şehitlerin fotoğraflarının refüjlerdeki direklere asılı olması ciddi anlamda dikkatimizi çekmişti. Sorduğumuzda “Irak Savaşı Şehitleridir” diye cevap almıştık.
Tebriz’de yemek yedik, yemez olaydık dedi Reis hoca. Kaçak çay aldık, hakikisi budur dedi, hakikatten harika çıktı. Ağrı’ya gelen kaçak çayların kaliteli olmadığını ve Irak’tan geldiğini sınırda öğrendik.
Sigara içmem. Sigarayı içenleri severim ama sigara içtikleri hallerini sevmem. Sınırdan geçen herkesin iki paket sigara alma hakkı varmış. İran’da bir paketi 200 Türk Lirasıydı ama sınırdan Ağrı’ya giriş yapınca 600 tl oluyormuş. Tabi almadım. Parça parça bütün oluyor dediler. Nasıl mı?
Çok sayıda genç, ellerinde çantalar ve inanılmaz sabır. Neredeyse her üründen birkaç paket alınmış ve çantaya keklik demişler. Çantacılar. Çok sayıda genç ve bitmek bilmeyen kuyruk. Kuyruğa girenlerin büyük bir kısmı, sınırı geçince getirdikleri malzemeleri Türkiye tarafına güzel bir ücret karşılığında satıp kısa bir süre sonra tekrar İran’a giriş yapıyorlar. Bundan dolayı sınırdaki kuyruk bunaltıyor. Turist olarak İran’a gidenler, dönüşte sınırda rezil oluyor.
Bizler sınırda ne mi yaşadık?
Akşam saat 20.00 sularında Ağrı’ya dönmek için sınır kapısına geldik. İki giriş kapısı vardı. Bir tanesi hapishane giriş kapısı, diğeri ise mülteci kampı kontrol noktası kapısı gibiydi. Güya sağdaki çantaların geçirileceği bantlı kapı misafir girişiymiş ki sonradan öğrendik; bütün İranlılar da misafirmiş. Diğer giriş ise İranlılar içindi. Kadın, erkek, çocuk fark etmez hepsi hınca hınç doldurulmuş bir paket gibi demir korkulukların içinden giriş yapmaya çalışıyordu. Kadınların tacizden daha ağırına maruz kaldığını görmek çok kötüydü. İçerde iğrenç bir koku vardı. O yoğunluğa rağmen çok sayıda kişi sigara içiyordu. Gördüklerimize inanamıyorduk. Acayip kötü bir muamele vardı. İşin en kötü tarafı sıra hiç ilerlemiyordu. En az iki saat bekledik, lakin iki adım dahi atamadık. Sonra Doğubayazıtlı bir delikanlı yanımıza geldi, tanıştık. Kendisi bir şekilde güvenlik görevlisini ikna etti ve bizi ilk kapıdan içeri aldırdı.
Sonraki kapı mı?
Alternatif kapıdan içeri girdiğimizde, sanki Meksika duvarını aşmış ve bir sevinçle menzillerine kavuşma arzusuyla sevinen yığınca insan vardı. İnsan muamelesi görmese de insan işte! Herkesin pasaportu elinde ve bir zamanlar ülkemizdeki tüp kuyruğu gibi karışık, öfkeli ve bir umut kuyruğu vardı. Bizi ikinci kapıya getirip biraz bekletirdiler. Yaklaşık yarım saat sonra sıraya aldılar. Akabinde pasaportu içeri verdik. İşlemler yapıldı ve çıkışa doğru gittik. Orada da aynı ama bir farkla. Bu kuyruk son halkaydı. Hem sabrın hem de işleyişin. O kuyrukta yaklaşık iki saat bizleri bekletirdiler. Temizlik personelinden başlayın en üst kademedeki yetkililerine kadar, rüşvetle insanların işlerini hızlandırıyorlardı. Askerler sınırıda görevli kişilerde değil de, hapishanedeki zalim gardiyanlar gibiydi. Filmlerdeki gardiyanlar. Hakaretvari sözleri ve davranışları iğrençti. Aman ha yanlış yapmayın yoksa İran askerleri sizi götürüp işkence ederler diye inanılmaz bir algı oluşturmuşlardı. Tabirimi hoş görün lütfen, tam anlamıyla; kepazelikti. Kim fazla para verdiyse en erken o sınırı geçerdi. Kim sessizce durduysa saatlerce beklemek zorunda kaldı.
Sonun da insanlar isyan etti. Bağırıp çağırdılar. Bir umut, belki bir şeyler düzelir diye. Daha kötüsü oldu. Bu seferde İran yetkilileri tepki verdi ve uzunca süre işlemleri durdurdular. Manzara hakikaten nefret ettiriyordu.
Yetmedi. Her seferinde algı yaptılar. Bizler kendi işimizi yapıyoruz lakin Türk tarafı almıyor, diye. Bu sefer mağdur olan “insanlar” Türk tarafına isyan ettiler. Türk tarafı sorun çıkartıyorsa biz görüşelim dediler lakin müsaade edilmedi. Yine uzunca süre beklemek zorunda kaldık. En son yetkilinin yanına gittim. Dört (4) saatin ardından benimde sabrım tükendi. İzin verin ben görüşeyim dedim. Olmaz dedi. Sonra pasaportuma baktı biraz bekledi. Bu sefer internetten ismime baktı ve siz şair, yazarsınız dedi. Evet dediğimde tamam görüşebilirsiniz diye izin verdi.
Türkiye sınırındaki polisleri birkaç defa çağırdım gelmediler. Israr ettim sonra geldiler. Kendilerine yaşananları anlattım. Bu rezaletin tamamıyla İran tarafından kaynaklandığını söylediler. Onlarda pasaportuma baktılar. Sizi içeri alalım dediler, yok dedim. Ben gerekirse saatlerce sıramı beklerim dedim. Mevzu benim şahsi işim ve sabırsızlığım değil dedim. Bunun üzerine iki tarafta azda olsa sorumluluk almaya başladı.
İran sınırındaki polise; siz insanlara çok kötü davranıyorsunuz dedim. Sinirlendi ve beni çekip içeri almaya çalıştı. Sert tepki verdim. Sağ olsun bizim polis memuru İran polis memuruna bağırdı, sen benim yanımda vatandaşıma böyle davranamazsın. Haddini bil diye mertçe bir duruş sergiledi. Ortam sakinleştikten sonra, memur arkadaşın ilginç bir ifadesi oldu. Hocam ne yapıyorsunuz, bu zalimler sizi alsalardı bir daha çıkamazdınız. Bunları tanımıyorsunuz. Çok üzücü. Korku politikası ve ülkesini aşağıla eylemi. İşte bu yüzden insanlar İran’ı sevmiyor diye etrafımdakiler mırıldanmaya başladı.
Türkiye tarafına geçince şunu net olarak gördüm. Türkiye, İran ile kıyas edilmez. Hamd olsun. Ama bir gerçek daha var ki Türkiye sınırındaki memurlarımız maalesef yeterince sorumluluk almıyorlar. Ortam ve şartlara bakınca bunu görmemek imkânsızdı. Bu da bizleri çok rahatsız etti ve hayal kırıklığına uğrattı.
HÜLASA
İran’ı gezip görmek güzeldi. Tarihin varlığını temaşa etmek, medeniyet iklimini teneffüs etmek kıymetliydi. Sınırda yaşanan rezaleti ayrı tutuyorum. Ambargo olsa bile direnmenin, mücadele etmenin ve ülkesine sahip çıkmanın gerçeği hoşuma gitti. Ayrıca bu tür durumlarda insan kendi elindekinin de kıymetini daha iyi anlamış oluyor.
Yaklaşık bir haftadır yaşanan İran-İsrail savaşının olması ise çok üzücü. Zalim İsrail ve paydaşları Âlem-i İslam’ın, mazlumun ve kimsesizin olduğu her coğrafyayı kan gölüne dönüştürmeye ant içmişler. Allah fırsat vermesin. İran’ın eliyle; başta Gazze olmak üzere, hakkına girdikleri her insanın ağını tek tek alsın.