Raif Medetoğlu

Yusuf nabi ve edebi merkezine alan şiiri'ne dair..

Raif Medetoğlu

1641 senesinde Şanlıurfa’da, Yusuf Nâbî isminde bir çocuk dünyaya gelir. Büyüdükçe hikemi şiirler yazmaya başlar.

Peygamber âşığı olarak büyüyen bu güzel insan 1678 tarihinde, o zamanın devlet ricaliyle birlikte Hac vazifesini ifâ için yola düşer.

Nâbî çok heyecanlıdır. Zira peygamber âşığı olan bir şair için Medine onulmaz bir mutluluktur. Lakin yol çok uzundur. Yolda bir müddet dinlenirler.

Herkes oldukça yorgundur. İçlerinden bazıları istirahate çekilirler. Tam bu esnada Yusuf Nâbî’nin dikkatini biri çeker.

Dikkatini çeken bu adam bir paşadır ve paşa ayaklarını Medine’ye, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimizin (a.s.v.) mübarek istirahatgâhına doğru uzatarak yatmaktadır. Nâbî’yi derin bir elem sarar. O anda kalbine iltica eden ilham ile şu naatı okur:

“Sakın terk-i edepten, kûy-i Mahbûb-i Hudâdır bu;   Nazargâh-ı ilâhîdir, Makam-ı Mustafâdır bu.
Felekte mâh-ı nev, Bâbus-selâmın sîne-çâkidir;
Bunun kandîli, cevzâ matla-ı nûr-i ziyâdır bu.

Habîb-i Kibriyânın, hâbgâhıdır fazîlette;   Tefevvuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâdır bu.

Bu hâkin pertevinden oldu, deycûr-i adem zâil;
Amâdan açtı mevcûdât, çeşmin tûtiyâdır bu.

Murââd-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha;
Metâf-i kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu.”

Paşa, saygısızlığını ikaz eden bu şiir karşısında utanır. Hemen toparlanarak Nâbî’ye döner ve der ki:

Bu şiiri ne zaman yazdın?

Az önce yazdım.

Peki bu şiiri başkalarına okudun mu?

Hayır ilk defa okudum. Sizden başka da duyan olmadı.
Paşa bunun üzerine bu mevzunun aralarında bir sır olarak kalmasını rica eder. Nâbî bu ricaya sükût ile cevap verir ve konu kapanır. Ardından kafile yol çıkar.

Bir sabah ezanı vaktinde Medine’ye ulaşırlar. Şehre edeple girerler. 
Lakin ezandan önce müezzinlerin dudaklarından dökülen cümlelere şaşırır kalırlar.

Medine’de bulunan bütün müezzinler aynı cümleleri söylüyorlardı. Müezzinler ezandan önce bir naat okuyordu.

Paşa ve Nâbî şaşkınlıklar içerisindedir. Çünkü bu naat, Nâbî’nin paşaya okuduğu naattır. Hemen mescide varırlar. Sabah namazının ardından müezzinin yanına giderler. Nâbî müezzine sorar:

Ezandan önce bir naat okudunuz. Bu natı nerden öğrendiniz?

Söyleyemem. Sır.

Fakat az önce okuduğunuz naat bana ait.

Senin ismin Nâbî mi?

Evet.

Öyleyse dinle. Bu gece Allah Rasulü (a.s.v.) rüyamızda bize: “Ümmetimden Nâbî isimli bir şair beni ziyarete geliyor.

Bu zat, bana karşı son derece büyük bir sevgi ile doludur. Bu âşkını ifade için şöyle bir naat yazmıştır. Siz, bu naatı bu sabah minarelerden onun buraya beni ziyarete gelişi şerefine okuyun.”

Nâbî’nin gözleri dolu doludur. Boynu neredeyse iki büklüm olmaktan yere değer.

Sevincini anlatacak tarif bulamaz. Diğer bir taraftan ise paşanın utancı vardır. Paşa utancını nasıl dile getirdi bilinmez ama Nâbî’nin dudaklarından şu sözler döküldü:

Demek ki Peygamber Efendimiz (a.s.v.) bana “Ümmetim!” dedi. Demek ki iki cihan güneşi beni ümmetliğe kabul etti. Elhamdülillah.

Edep, Peygamber Ahlâkının Kalbidir

İnsanı insan yapan unsurların en başında edep gelir. Edep; haddini bilmek, yerini tanımak, ölçüsüzlüğe düşmemektir. Aslında edep, kalpteki iman nurunun dışa yansımasıdır. Edebi olmayan bir kalp, nurdan mahrum kalır. Çünkü edep, Peygamber ahlâkının kalbidir.

Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz, Peygamber Efendimize hitaben şöyle buyurur:

وانك لعلى خلق العظيم.
“Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem, 4)
Bu ayet, Resûlullah’ın (s.a.v.) sadece davranışlarını değil, iç dünyasını da tanımlar. Çünkü edep, dış görünüşteki nezaketin ötesinde, kalbin Allah karşısındaki saygı hâlidir.

Edep: İlâhî bir Terbiyedir.

Hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.v.) buyurur:

“Rabbim beni terbiye etti, terbiyemi ne güzel yaptı.”
Bu ifade, edebin kaynağının Allah terbiyesi olduğunu gösterir. Edep, insanın kendini Rabbine ait bilmesidir.
Edep, kalbin “Ben değil, Sen!” diyebilme inceliğidir.

Mevlânâ der ki:

“Edep, kişinin kendini başkasından üstün görmemesidir.”
Yani edep, tevazuun en derin biçimidir.
Edepli insan, konuşurken sesine; yürürken adımına; düşünürken niyetine dikkat eder. Çünkü bilir ki her hâlinde “Allah onu görmektedir.” (Alak, 14)

Bu yüzden Yunus Emre,

“Edep bir tâc imiş nûr-i Hüdâ’dan,
Giy ol tâcı, emin ol her belâdan.”
derken, aslında kalbe takılan bir nurdan bahseder.

Risale-i Nur’un Perspektifinden Edep

Bediüzzaman Said Nursî, edebi “marifetullahın meyvesi” olarak tarif eder.
Der ki:

“Edep, Sâni-i Zülcelâl’in huzurunda olduğunu bilmektir.”
(Mesnevî-i Nuriye, Habbe Risalesi)


Yani insan, her hâlinde Allah’ın huzurunda olduğunu idrak ederse, davranışlarını o şuura göre düzenler.
Bu farkındalık, imanın kemâline giden yoldur. Çünkü edep, imanın tezahürüdür.

Bediüzzaman başka bir yerde şöyle buyurur:

“Edebin zıddı olan hayasızlık, manevî bir zehir gibidir.”
(Lem’alar, 21. Lem’a)

Ona göre edepsizlik sadece davranış değil, kalbi karartan bir gaflet hâlidir.
Edep ise insanın ruhunu, aklını ve duygularını nizam altına alır.
İşte bu yüzden, Risale-i Nur talebeleri için “edep dairesi” imanî bir terbiyenin adıdır.

Peygamberî Ahlâkın Özeti

Yusuf Nâbî’nin meşhur beyti, aslında bu hakikati özetler:

“Sakın terk-i edebten, kûy-i Mahbûb-ı Hudâ’dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir, makam-ı Mustafâ’dır bu.”

Medine’ye girerken gösterilen edep, aslında kalbe girerken de gösterilmelidir.
Zira insan kalbi, Allah’ın nazargâhıdır. Orada kibir, kin, gurur gibi kirler bulunmamalıdır.

Bugün insanlık bilgiyle dolu ama edeple yoksul bir çağda yaşıyor.
Oysa edep, medeniyetin ruhudur.
Bir toplumun ruhunu yaşatan, onun bilgi seviyesi değil; kalbindeki edep ölçüsüdür.

Edebi yeniden ihya etmek, aslında Peygamberimizin (s.a.v.) mirasına sahip çıkmaktır.
Çünkü o, bütün insanlığa şu dersi bırakmıştır:

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”


Ve işte o güzel ahlâkın kalbinde, her çağda yankılanan bir ses vardır:
Edep yâ Hû.

Yazarın Diğer Yazıları