Batı Hayranlığı ve Kimlik Buhranı
Raif Medetoğlu
Son yıllarda genç zihinlerde garip bir yanılgı hüküm sürüyor. Ruhlarını ve akıllarını, “vatan değiştirmenin huzur vereceği” hayaline kaptırmış bir kısım genç, Batı hayranlığının girdabına sürükleniyor. Bu hayranlık, artık bir meraktan ziyade bir “fikrî göç”e dönüşmüş durumda. Kendi ülkesini, kültürünü ve inanç dünyasını küçümseyen bu zihinler, Batı’nın parıltılı yüzüne aldanarak kimliğini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor.
Oysa Bediüzzaman Said Nursî’nin uyarısı ne kadar yerindedir:
“Medeniyet-i hazıra bir canavardır; eliyle okşar, dişiyle ısırır.”
Batı’nın ilerlemesi yalnızca maddîdir; ruhsuz bir ilerlemedir. İnsanın kalbini, maneviyatını ve merhametini törpüler. Onları taklit edenler, zahirde medenileştiğini zanneder ama içten içe çözülür. Çünkü taklit, şahsiyeti öldürür; hürriyete darbe vurur ve insanı başkalarının gölgesine mahkûm eder.
Bugünün bazı gençleri, imandan mahrum kalmanın boşluğunu “modernlik” zannediyor. Şüpheci bakışlar, karamsar ruh hâlleri ve memleket hakkındaki acımasız tenkitler, aslında bir arayışın sancısıdır. Oysa iman sadece kalbi değil, aklı da aydınlatır. Risale-i Nur’un ifadesiyle:
“İman hem nurdur, hem kuvvettir.”
İmandan beslenmeyen bir fikir, tıpkı kökü kesilmiş bir çiçek gibi solar. Bugün bazı çevreler, ülkeyi ıslahatla bile kurtulamayacak kadar bozuk görmekte ve karanlık bir tablo çizmektedir. Oysa bozuk olan vatan değil; vatanı sevmekten uzaklaşan ruhtur. Asıl çöküş, ümidin tükenmesidir.
Bediüzzaman’ın şu sözü bugüne ışık tutar:
“Yeis, bir manevî hastalıktır; ümmetin kalbine girdiği vakit, bütün himmet damarlarını keser.”
Bugün gençliğin en büyük düşmanı cehalet değil, yeistir; yani umutsuzluk. Batı hayranlığı da bu yeisin modern bir maskesidir. Halbuki kurtuluş, Batı’yı taklit etmekte değil; kendi değerlerimizi imanla, ilimle ve özgüvenle yeniden inşa etmektedir.
Bu topraklarda yeniden diriliş, ancak kendi ruh köklerimize dönmekle mümkün olacaktır. Çünkü bu milletin asıl medeniyeti; iman, hikmet ve merhamet üzerine kuruludur. Asırlar önce teşekkül eden bu ihtişamlı medeniyet, dünya tarihinde mühim bir vazife ifa etmiştir.
Geçmişinden ve ecdadının manevî gücünden şüphe duyan bir zümrenin, kendi kökünden utanç duyması ve milletini hakir görmesi; aslında muvazene ve muhakeme fukaralığının bir göstergesidir. “Yabancılardan çok yabancılık” hâline gelen bu zihinler, kendi medeniyet kodlarını takdir etmekten aciz kalmışlardır.
Birliği tesis eden millî ruhumuzu basit gören, Batı taklitçiliğine mübtelâ olmuş hasta ruhlu kimseler; kendi muhitinin fikir ve sanat eserlerini kötümser bir ruh hâliyle reddederek toplumu ben merkezli, egoist ve menfaatperest bir hâle sürüklemiş, şahsiyetsizliği teşvik etmişlerdir. Bununla birlikte, ruhsal çatışma ve emniyet kaybına yol açan ayrılıkçı bir fitne tohumu da ekmişlerdir.
Unutmayalım: İman ve irfan kardeşliğinden beslenen bir millet, kendi kültürünü ve medeniyetini inkâr ettiği anda milliyetini, şahsiyetini ve istiklalini kaybeder.
Batı kültürünün üzerimizdeki tesiri, fikir ve düşüncelerimizin derinliğini zedelemiş; toplumsal münasebetlerde şüphe, itimatsızlık ve sabırsızlık hâkim olmuştur. Herkesin her şeyi bildiği ama hiç kimsenin bir şeyi başaramadığı bu keşmekeş, bir medeniyet buhranının alametidir.
Unutulmamalıdır ki her millet, kendi millî kanun ve ananeleriyle üzerinde yaşadığı toprakta bir “manevî vatan” meydana getirir. Büyük millet olabilmek bunu gerektirir. Başka bir kavmin kültürel tahakkümü altına giren millet, sadece toprağını değil, millî değerlerini ve istiklalini de kaybeder.
Bugün içine düştüğümüz bu durum, vatan toprağını asırlardır kanıyla koruyan bir milletin kendi manevî vatanına karşı ilgisizliği ve sevgisizliğiyle açıklanabilir. Bu ise affedilmesi güç bir gaflettir.
Batı medeniyetinden elbette faydalanmalıyız; fakat onların kültürlerini aynen tatbik etmek yerine, teknolojik ve ilmî kazanımlarını kendi medeniyet ruhumuza uyarlayarak, yani bir bakıma Avrupa medeniyetini millîleştirerek, yeniden yükselişin yollarını aramalıyız.
Çünkü gerçek medeniyet, taklitte değil; imanla yoğrulmuş özgün bir kimlikte hayat bulur.