Prof. Dr. Faruk Kaya

Kur'ân ve Coğrafya

Prof. Dr. Faruk Kaya

Coğrafyanın ilgi alanına giren pek çok konuya Kur’an’da farklı vesilelerle değinilmektedir. Her ne kadar “coğrafya” terimi Kur’an’da açık biçimde geçmese de, bu disiplinin araştırma konuları arasında yer alan göklerin ve yerin yaratılışı, yeryüzünün insan yaşamına uygun şekilde düzenlenmesi, doğal afetler, dağlar, yağmur ve rüzgârlara ilişkin süreçlerle insanlar ve yerleşmeler gibi pek çok unsur Kur’an ayetlerinde farklı biçimde zikredilmektedir. Bu yazımızda; söz konusu geniş ilgi alanı içinden özellikle dağlara odaklanılarak, Kur’an’da dağların yeri, önemi ve ele alınış biçimleri coğrafi bir bakış açısıyla incelenecektir.

Kur’an’da ortaya konan ilahî emirler ve ayetlerde belirtilen ilmî gerçeklikler, kâinatın işleyişini anlamamıza katkı sağlamaktadır. Ayetlerde yer alan yerkürenin yaratılışı ve vazifelerine dair açıklamalar, coğrafya bilimince ortaya konulan yerkürenin oluşumu ve işleyişiyle büyük ölçüde örtüşmektedir. Örneğin, yerkabuğunu oluşturan büyük parçaların kütle ve yoğunluk dengesini ifade eden izostasi, hafif maddelerden oluşan dağlık alanların daha yoğun bir zemin üzerinde yüzdüğünü ve bu nedenle yüksek dağların yeraltına doğru uzanan derin köklere sahip olduğunu göstermektedir. Bu durum, denizlerde yüzen buzdağlarının küçük bir kısmının su üstünde, büyük kısmının ise su altında bulunmasına benzetilmektedir.

Modern jeoloji biliminin ortaya koyduğu bulgular, Kur’an’da da temas edilen dağların yapısına ilişkin ilahî işaretlerle dikkat çekici bir uyum içindedir. Günümüz araştırmaları, dağların yeryüzündeki yüksekliklerinin kat kat altında uzanan derin köklere sahip olduğunu, bu köklerin yüzeyde görülen yüksekliğin yaklaşık yedi katına ulaşabildiğini göstermektedir. Bu nedenle dağların yapısını ve dengeleyici fonksiyonunu ifade etmek için “kazık” benzetmesi uygun bir tanım olarak kullanılmaktadır. Kur’an’ın yaklaşık 1400 yıl önce işaret ettiği bu özellikler, bilim dünyasında ancak 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren anlaşılabilmiştir. Bu durum, Kur’an ve kâinatın mutlak ilim sahibi olan Allah’ın iki kitabı olduğunu; varlık âlemindeki hiçbir unsurun ilahî bilginin dışında olmadığını göstermektedir.

Bununla birlikte, günümüzde dünya coğrafyasına ilişkin birçok eserde kullanılan bakış açısı ile Kur’an’ın mahlûkata yaklaşımı arasında belirli farklar bulunmaktadır. Kur’an, kâinatı Allah’ın sanatı ve eseri olarak ele alırken; modern coğrafya çoğu zaman olay ve olguları yalnızca kendi doğallığı içinde açıklamakta, bu süreçlerdeki ilahî kudreti görünür kılma konusunda nispeten çekingen bir tutum sergilemektedir. Hâlbuki sanatlı bir eser, sanatkârı gerektirir. Nasıl ki Selimiye Camii'nin mimarî dehası anılırken Mimar Sinan’dan söz etmemek eksik bir bakış olur; aynı şekilde coğrafi süreçlerin oluşum ve gelişimini ilmî verilerle açıklarken bu eşsiz düzenin yaratıcısını görmezden gelmek de bilimin bütüncüllüğünü zedeleyecektir. Dolayısıyla coğrafi olguları hem bilimsel gerçeklerle hem de kâinatın sanatkârına işaret eden bir perspektifle ele almak, daha sağlıklı ve bütüncül bir yaklaşım sağlayacaktır.

Coğrafya kitaplarında dağların oluşumu; levha hareketleri, magma süreçleri, kıvrılma, kırılma ve volkanizma gibi jeolojik mekanizmalar ile yeraltı ve yerüstü kaynaklarının işleyişi bilimsel yöntemlerle açıklanmaktadır. Ancak bu açıklamalar çoğu zaman bazı temel soruları ihmal etmektedir: Dağların insanla ilişkisi nedir? Dağ kökleri nasıl ve neden oluşmuştur? Bu yapılar ne zaman meydana gelmiş ve hangi işlevleri yerine getirmektedir? Dahası, dağların kazık benzeri köklerle dengelenmesini sağlayan, onları insanın hizmetine uygun şekilde düzenleyen ve içlerine çeşitli kaynakları yerleştiren fail kimdir? Bu sorular yanıtsız bırakıldığında, tüm bu oluşumların tesadüfî olduğu gibi bir algı ortaya çıkabilmektedir. Halbuki bir fiil failsiz olamaz; fiil varsa mutlaka bir fail de vardır. Başka bir ifadeyle, dağlar ve diğer coğrafi oluşumların kendi kendine meydana geldiği izlenimi oluşmamalıdır; bu oluşumların ardında sebebi ve sonucu irade eden bir fail vardır.

Sonuç olarak, Kur’an’ın kavlî ayetleri ile kâinatın kevnî ayetleri aynı hakikatin iki yüzüdür; biri kâinatı okur, diğeri Kur’an’ı açıklar. Dağlardan yerkürenin düzenine kadar modern bilimin ulaştığı pek çok gerçek, Kur’an’ın asırlardır işaret ettiği ilahî düzenle örtüşmektedir. Bu sebeple, coğrafya ve diğer fen bilimlerini yalnızca fiziksel süreçler olarak değil; tefekkür ve hikmeti besleyen bir pencereden de okumak zorundayız. İlk emri “Oku!” olan bir kitabın mensupları olarak bize düşen, varlıktaki hiçbir olgunun tesadüfe dayanmadığını görmek ve bunu yeni nesillere doğru bir dil ve sağlam bir eğitim anlayışıyla aktarmaktır. Bilim insanlarının görevi ise, Kur’an’ın sunduğu ufku kâinat kitabındaki sırları çözmek için bir rehber kabul ederek ilmi hakikatin hizmetine sunmaktır.

Yazarın Diğer Yazıları