
Aile çökerse toplum çöker
Prof. Dr. Faruk Kaya
2025 yılının “Türkiye’de Aile Yılı” olarak ilan edilmesi, aile kurumunun yaşadığı sarsıntının artık görmezden gelinemeyecek boyuta ulaştığını göstermektedir. Bütün dünyayla birlikte ülkemizde de ulusal kültürlerin, popüler, yayılmacı kültürlerin baskısı ve etkisi altında kaldığı günümüzde aileyi zayıflatan unsurlar yalnızca ekonomik sıkıntılar ya da bireysel tercihlerle sınırlı değildir; aileyi ayakta tutan değerlerin unutulması, ilk eğitim ocağı olan aile kurumunun ihmal edilmesi, sosyal medya ve televizyon programlarının olumsuz etkileri ile çarpık modernleşme anlayışı bu süreci derinleştiren başlıca sebepler arasındadır. Sanal âlemde sahte mutluluk tabloları tüketilirken, gerçek hayatta sabır ve fedakârlıkla kurulan bağlar zayıflamakta; aile, çözüm yerine çoğu kez çatışma üzerinden temsil edilmektedir. Modernleşmeyi Avrupa’yı taklit zannetmenin bedeli ise onların yaşadığı aile krizlerini ithal etmek, hatta kimi zaman daha da derinleştirmek olmuştur. Oysa asırlardır bizi ayakta tutan, milli ve manevi kültürel değerlerimiz çerçevesinde şekillenen, kökleşen aile yapımız bize yol gösterecek en sağlam dayanak olamalıdır.
Kur’an-ı Kerim aileyi sevgi ve merhamet üzerine kurar: “Onlara ısınıp kaynaşasınız diye size kendi türünüzden eşler yaratıp aranıza sevgi ve şefkat duyguları yerleştirmesi de O’nun kanıtlarındandır. Doğrusu bunda iyi düşünen kimseler için dersler vardır.” (Rum, 21.ayet). Hz. Peygamber (s.a.v.), “Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı olanınızdır.” (Tirmizî, Radâ, 11) buyurarak ailede merhamet ve iyi ahlakı en yüksek değer olarak göstermiştir. İmam Gazâlî, ailenin hem ahlaki hem de toplumsal düzenin temeli olduğunu vurgulamış, İbn Haldun ise Mukaddime’sinde aileyi devletlerin varlığını sürdüren en küçük toplumsal çekirdek olarak tanımlamıştır. Bediüzzaman Said Nursî de aileyi insanın küçük bir cenneti, bir sığınağı olarak tarif etmiştir. Bu küçük cennetin ayakta kalması, sabır, samimi hürmet, muhabbet, fedakârlık ve karşılıklı tahammül ile mümkündür.
Son yirmi yılın verilerini karşılaştırdığımızda, bugün aile kurumunun nasıl bir değişim içinde olduğunu açıkça görebilmekteyiz. Ülke genelinde 2004 yılında 615.357 olan evlilik sayısı 2024’te 568.395’e gerilerken, boşanmalar aynı dönemde 91.022’den 187.343’e yükselerek iki katını aşmıştır. Ortalama evlenme yaşı erkeklerde 28.1’den 31.2’ye, kadınlarda 24.1’den 28.3’e çıkmıştır. Daha da çarpıcı olan, toplam doğurganlık hızındaki düşüştür: 2004’te 2,38 olan oran, 2023’te 1,48’e gerileyerek nüfus yenilenme düzeyi olan 2,1’in çok altına inmiştir. Ağrı gibi muhafazakâr yapısıyla bilinen bir ilde bile aynı dalgalanma yaşanmaktadır. 2004’te 6.914 olan evlilikler 2024’te 3.132’ye düşmüş, boşanmalar 101’den 394’e yükselmiş, doğurganlık oranı 4,50’den 2,16’ya gerilemiştir. Ağrı hâlen Türkiye ortalamasının üzerinde doğurganlığa sahip olsa da gidişat açıktır: evlilikler azalıyor, boşanmalar artıyor, çocuk sayısı düşüyor.
Bu tablo, aileyi yalnızca ekonomik ya da hukuki tedbirlerle değil, aynı zamanda milli ve manevi değerlerimizle yeniden inşa etmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Çünkü aile, bireyin yalnızca günlük ihtiyaçlarını karşılayan bir kurum değil; aynı zamanda karakterinin şekillendiği, değerlerinin köklendiği, hayatın fırtınalarına karşı güvenle sığınılabilecek ilk toplumsal mekândır. Her anne ve baba, öncelikle kendi iç dünyasını sağlam tutmalı, ardından çocuğunu bir kaleyi savunur gibi korumalıdır. Çocuk, anne ve babasından sevgiyle yoğrulmayı, paylaşmayı ve sorumluluk almayı öğrenir. Zorlukların birlikte aşıldığı bir ortamda sabır gelişir; fedakârlık ve empati, günlük hayatın doğal bir parçası hâline gelir. Böyle bir yuvada yetişen çocuklar, dış dünyada yönlerini kaybetseler bile, eninde sonunda güvenli limana dönerek yeniden yollarını bulur. Bu nedenle aile, hem bireyin duygusal bağışıklık sistemi hem de nefsi terbiye etmenin en güzel okuludur; yalnızca mutluluk anlarının değil, zorlukların da birlikte göğüslendiği bir irfan mektebi olarak, bireyin olgunlaşmasına ve toplumun huzur ve istikrarına temel teşkil eder.
Buradan çıkarılacak ders açıktır: Aileyi korumak hepimizin ortak sorumluluğudur. Anneler ve babalar, çocuklarına İslam ahlakıyla yoğrulmuş milli ve manevi değerlerimizi aktararak rol model olmalı; eşler karşılıklı hürmet, muhabbet, fedakârlık ve tahammül ile bağlarını güçlendirmelidir. Toplum, mahalle ve akrabalık kültürünü yeniden canlandırarak yalnızlaşan bireylere sahip çıkmalı; devlet ise ekonomik teşvikler, eğitim politikaları ve medya denetimiyle aileyi desteklemelidir. Din ve eğitim kurumları da gençleri sabır, tahammül ve sağlıklı iletişim konularında bilinçlendirerek evliliğe hazırlamalıdır. Özellikle doğurganlığı artırmak, aile kurumunu güçlendirmek, evlenme yaşını makul seviyelere çekmek ve ikiden fazla çocuk sahibi olmayı teşvik etmek için gerekli her türlü önlemi almak artık bir zorunluluktur. Bu adımlar sayesinde sağlıklı, dinamik ve geleceğe güvenle bakabilen bir nüfus yapısı sürdürülebilir olacaktır.
Boşanma oranlarının yükseldiği, doğumların azaldığı ve bireysel yalnızlaşmanın arttığı bir Türkiye, gelecek için ciddi bir uyarı niteliği taşımaktadır. 2025’in “Aile Yılı” ilan edilmesi, bu gerçeği fark etmek ve harekete geçmek için eşsiz bir fırsattır. Ancak geçici ve sathi faaliyetler yerine, bu teşebbüse uygun, kalıcı, etkili ve aileyi tehdit eden sorunları kökten çözecek icraatların hayata geçirilmesi elzemdir. Bu fırsatı, sevgi, sabır ve fedakârlıkla aileyi yeniden inşa etmek ve güçlü bağlarla toplumu ayakta tutmak için değerlendirmek zorundayız.
Unutmayalım ki: aile çökerse toplum çöker.