
ÇOBAN
Mehmet Ali Sezer
Çoban
Önce çobanın çocuğu olarak el âlemin koyunlarının, kuzularının, ineklerinin peşinden gidilir...
İlk staj o zaman başlar. Küçücük bedeninin iki katı uzunluğundaki bir sopa eline verilir. Babasına ya da abisine yardımcı olmak amacıyla bayır, tepe demeden gezilir.
Çoban olmanın sorumlulukları çok fazladır; neredeyse bir belediye başkanının sorumluluklarından bile fazladır. Örneğin, bakmakla yükümlü olunan hayvan – kuzu, koyun, keçi, inek artık her neyse – eksiksiz bir şekilde hayvan sahibine teslim edilmek zorundadır. Üstelik bunun her akşam sayımı yapılmalı ve tam bir şekilde teslim edilmelidir.
Örneğin hastalanmayacaklar, kaybolmayacaklar, başkalarının ekinlerine zarar vermeyecekler. Neden? Çünkü o hayvanlardan süt başta olmak üzere başka şekillerde verim bekleyen kişiler vardır.
Konumuza geri dönelim...
Çobanın çocuğu olarak ilk staj döneminde el âlemin hayvanlarının peşinden dağda, bayırda, çayırda gezen küçük çocuk, güneşin altında kavrulduğu için yüzü, gözü, dudakları kabuk atar. Artık yavaş yavaş alışır. İlk başlarda vücudunda bir ağrı, sızı olur fakat zaman içinde bu yerini alışmaya bırakır.
O sebeple staj dönemi bittikten sonra, özellikle de Ağrı gibi kışları çetin geçen yerlere kar yağdığında, hayvanların ahır ya da ağıl denilen yerlerde beslenmesi gerekir. Hayvanların kaldıkları yerlerin belirli aralıklarla temizlenmesi gerekir. Bu temizlik için genelde köydeki çocuklar toplanır. İlk stajını babasına ya da abisine yardımcı olmak amacıyla hayvanların peşinden koşarak yapan küçük çoban adayı, koşa koşa gider hayvan sahibine yardım eder ve hayvanların kaldığı yerdeki temizliği yapar.
Neden? Çünkü yaranması gerekiyor, çünkü kendini gözden düşmeyecek şekilde ön planda tutması gerekiyor ki karların erimeye başlamasıyla beraber hayvanlar tekrar güdülecek ve o da çobanlık işini hemen kapacak.
İlkbahar
Ağrı'nın çetin kış şartlarıyla boğuşan Ağrılılar, ilkbaharın gelişiyle beraber çatılardan sarkan buz saçaklarının ucundan damla damla aşağı süzülen suların iyice akması ve karların erimesiyle, hafif yüksekliklerden bile küçük ama muazzam manzaralar oluşturan şarıl şarıl şelalelerle karşılaşır.
Artık hayvanların içeriden dışarı salınmasıyla birlikte, onların rahatça gezebilmeleri için bir sorumlu olması gerekir. İşte buna çoban denir.
Kış aylarından itibaren çobanlık vazifesini kapmayı başaran aday çobanımız, bu sefer ya babasıyla beraber ya abisiyle ya da tek başına en az 150-200 koyunun beslenmesinden, gezdirilmesinden, sulanmasından, kaybolmamasından, başkalarının ekinlerine zarar vermemesinden ve daha birçok şeyden sorumlu olur.
Fakat yazılı bir anlaşma yoktur. Tamamen sözlü bir şekilde pazarlıklar yapılır. Öyle ki çocuğun bu pazarlıklardan haberi bile yoktur. Babası, hayvan sahiplerinden alınması gereken ücretin yarısını çoktan almıştır bile. Bunun sebebi ise kış aylarında işsizlikten kaynaklı parasızlığın getirdiği ihtiyaçların karşılanamaması durumunun giderilmesidir. O da bu şekilde halledilir.
Eline boyundan büyük bir sopa verilir. Boynuna astığı küçük bir torbanın içinde taşlaşmış ekmek ile biraz peynir vardır. Ekstra bir şey varsa bu tam bir lüks, kır sofrasının kurulması anlamına gelir.
Küçücük çocuk sabahtan akşama kadar koyunların, kuzuların, ineklerin peşinden gider gelir. Kimse ona nasıl olduğunu sormaz, sadece bakmakla yükümlü olduğu hayvanların durumu sorulur: Otlatılması, sulanması, hastalıkları... Çoban, hayvan sahipleri tarafından küçük mülakatlara tabi tutulur.
Çobanlık vasfının gerektirdiği en önemli şeylerden biri sabahın köründe kalkmaktır. Yani daha zifiri karanlıkken küçücük çocuk uyanır, hayvanları bulundukları yerden çıkarıp köye en uzak yerlere götürür. Çünkü hayvanlar için besin değeri yüksek olan otlar genelde dağ başlarındadır.
Zaman geçtikçe çoban gittikçe kararmaya başlar. Varsa eski bir şapka takar, yoksa zaten güneşin altında kavrulduğu için vücudu kabuk atar. Ama o kimsenin umurunda değildir. Çünkü kimselerin umurunda olan tek şey o hayvanlardır.
Akşam olup köye dönen çoban, hayvanların eksiksiz şekilde sahiplerine teslimini yaptıktan sonra evine döner.
Babasının içtiği tütünün kokusu evi sarmıştır. Annesinin yaptığı yemekten yemek için sabırsızlanır. Çünkü hayvan sahiplerinin bıraktığı ekmek ve peynir yetmemiştir. Televizyonun karşısına oturur. İzlediği şey genellikle çizgi filme benzeyen animasyonlardır. Çünkü yaşına ve kapasitesine hitap eden şeyler onlar.
Televizyonun karşısında uyuklar. Annesi ve babası televizyonu kapattığında çocuk çoktan uyumuştur. Çocuk uyurken, çobanlık için elinde tuttuğu sopa da ya yanı başındadır ya da evin hemen girişinde bir yere bırakılmıştır. O sopa çobanlığın en büyük enstrümanıdır.
Sabah ezanından önce çocuk kalkar. Uykusunu alamamıştır ama yine de sopasını kavradığı gibi koyunları almaya gider. Hayvan sahiplerinden birinin ekmek ve peyniri koyduğu ufak torbayı sırtına alır ve yavaş yavaş koyunlarla birlikte yokuşu tırmanmaya başlar.
Güneş daha yeni yeni doğmaktadır. Ufuktan çıkan güneş çobanın gözünü kamaştırır. Tepenin ardına varıldığında bu yeterlidir. Koyunlar yavaş yavaş etrafa dağılır. Çoban belki o zaman oturma fırsatı bulur. Ekmek, peynir ve suyu önüne koyup kahvaltı yapacakken ne olur?
Sürüdeki rahat durmayan birkaç koyun başını alıp gider, diğerleri de onların peşinden... Çoban kahvaltıya devam edemez. Ekmek peynir sofrada kalır, o da ağzına aldığı lokmayı çiğneyerek ve beddua ederek sopayı kapar, koyunların peşinden koşar.
Sürünün yönünü değiştirdikten sonra geri döner, kahvaltıya oturur. Ama bu sefer de ekmek ve peynirin içine bir sürü karınca girmiştir. Tiksinse ne olur, başka çare yok. Karıncalar tek tek ayıklanır ve kahvaltı şöyle böyle edilir.
Çobanın macerası genelde böyle başlar. Bu çocuk biraz büyüdüğünde, bıyıkları yeni yeni terlemeye başladığında çoban olmayı istemediğini söyler. Annesine, babasına dile getirir.
Sebebi sorulduğunda, kuzenlerinin gurbet ellere yevmiye usulü çalışmaya gittiğini, oradan kazandıkları paranın çobanlıktan kazandıklarının kat kat fazlası olduğunu söyler.
Ve öyle de olur. Artık çoban sopayı atar; sırada kürek, mala vardır.
Kürek, Mala
Köydeki dolmuşa biner, Ağrı Otogarı'na gider. Oradan otobüsle abisinin bulunduğu şehre yol alır. İlk heyecan, ilk yabancılık... Nasıl davranması gerektiğini bazen bilmez. Bu ilk heyecan herkeste vardır.
Daha büyük şehrin otogarına indiğinde, çantasıyla birlikte annesinin gönderdiği peynir bidonları da yanındadır.
Abisi, şantiye arabasıyla otogara gelir. Kardeşini eşyalarıyla birlikte alır. Eski çoban, yeni sıva ustası adayımız heyecanını gizleyemez.
“Ne kadar kalabalık burası! İnsanlar, arabalar, yüksek binalar... Hiç bizim köye benzemiyor,” der.
Şantiye arabasıyla doğrudan şantiyeye giderler. Öyle ya, büyük şehirde nerede kalınacak? Şantiye ortamında 50-60 kişi aynı anda uyur, uyanır, kahvaltı yapar, işe gider.
Malzemelerin bulunduğu devasa alanda birçok araç vardır. Hepsi ama hepsi çok tuhaf gelir hikâyemizin başrolündeki kişiye.
Şantiyeye geldiklerinde, daha çantasını ve peynir bidonlarını indirmeden karnı acıkır. Otobüste verilen kek yetmemiştir. Şantiyenin lavabosuna gidip çıkınca aynada kendine bakar ve büyüdüğünü anlar.
Artık sadece kuzuların peşinden giden, sabahtan akşama zaman öldüren o çocuk değildir. Büyümüştür...
Düşünsenize, 60 kişi aynı anda yemek yiyor. Hem ses var, uğultu var, hem de kaşıkların sesi… Çok aceleyle yemek yerler. Çalışıp bitkin düştükleri için acıkmışlardır. Çocuğun önüne yemek gelir, abisi der ki: “Acele et. Yemeğimizi yiyip hemen gidip işimizi bitirmemiz gerekiyor.”
Çocuk, yarım yamalak yemek yedikten sonra şantiye arabasına binerler ve çalıştıkları yer neresi ise oraya giderler.
İnşaatın boş bir odasında kıyafetler değiştirilir. Çocuğa uygun ayakkabı oradan, pantolon şuradan derken tamamlanır.
Hal hatır sorulur, “Ne var ne yok, köyde herkes iyi mi, anne baba…” Köyle alakalı, alakasız bir iki soru daha sorduktan sonra yavaş yavaş artık çocuğun önüne iş verirler:
El arabasını götür, kum getir.
Kumu elekten geçir.
Alt kattan çimento torbalarını getir.
Birkaç torba da alçı…
Hortumun başını çek, suyu iyice ayarla.
Dikkat et, aman taşmasın.
Kürek elde, hazırda bekliyor çocuk.
Yine Ağrı’nın meşhur seslerinden birinin şarkısı cep telefonundan açılır. O biraz keyif katar ortama. Müziğin ahengiyle hareket eden ustalar, bir iki saat içinde önce kaba sonra ince sıvayı bitirmişlerdir ve tabii kendileri de bitkin düşmüşlerdir. Muhabbet yine açılır; köyden, oradan buradan konuşulur, birer sigara yakılır. Ama çocuk, abilerinin yanında sigara içmeye utandığı için o içemiyordur.
Akşam olup karanlık çöktüğünde yine şantiye arabasına binip bu sefer kaldıkları konteyner ya da çadır –artık her neresiyse– oraya giderler. Köyde hazırladığı çantasını arabanın kasasından indirir, peynir bidonlarıyla beraber bitkin bir halde uyuyacağı yere gider.
Eski püskü yatak, döşek, yorgan…
Abisi ona banyoyu gösterir.
Çocuk o kadar yorgundur ki boş bir zaman bulup bir sigara yakıp cep telefonunu şöyle bir iki dakika kurcalamak için sabırsızlanıyordur. Bunun için abisinin banyoya ya da dışarıya çıkmasını bekliyordur.
Onun da vardır kalbinde, gönlünde biri. Onu da vakti zamanı gelecektir. Şimdi çok erken.
Çobanlıkta hayvan sahiplerine karşı sorumluluk vardı, şimdi ise ustalara karşı.
İlk başta kürek, mala çocuğun eline verilmez. Öncelikli olarak ortacı olarak çalışılır; harç yapılır, çimento taşınır, kum elekten geçirilir, götür getir işleri yapılır…
Bunlar yapılırken göz ucuyla ustalara bakılır: Kürek nasıl tutulur, mala nasıl tutulur, hangi taktikler var, sıvanın pürüzsüz olması için hangi hareketlerin yapılması gerekiyor gibi...
3 yıl sonra…
Çocuk artık sıva ustası olarak tanınır ve çalıştığı gurbet ellerden çobanlık yaptığı köyüne bayramlarda ziyaret etmek amacıyla gelir. Biraz daha olgunlaşmış, sakal bıyıkları yavaş yavaş çıkmaya başlamış, gözle görülür bir şekilde büyüdüğü artık anlaşılmaktadır. Köyde gezerken bazen koyun sürülerinin yanından geçtiğinde o eski günlerine dönmeden edemiyor. Hayvan sahiplerinden artık çekinmiyor, biraz daha rahat konuşabiliyor. Hayvancılığın arka planda, gurbet ellerde inşaatlarda çalışıp ustalaşma ise ön planda tutulur sohbetlerde…
Askerlik zamanı…
Ağrı’nın uzak köyünden çıkan bu çocuk, çobanlıkta edindiği deneyimleri inşaatlarda devam ettirip olgunlaştığında askerlik zamanı gelmiştir artık…
Çocuğun havasından geçilmiyor. Daha askere gitmeden sohbet muhabbet açılır. Büyükler anlatırlar: “Şurada askerlik yaptım, şöyle yaptım, böyle yaptım.” (Biraz da abartılır.) Çocuğun kafasında askerlikle alakalı daha gitmeden bir portre oluşmuştur artık. Acemi birliği derken usta birliği ve ailesiyle telefonda konuşma fırsatını yakalar. Annesinin duaları kendisini görünmez bir Hızır gibi korurken çocuk, annesine askerlik bittikten sonra evlenmek istediğini söyler. Ama bir problemimiz var…
Abi…
Çocuğun daha evlenmemiş ama askerliğini yapmış abisi vardır. Evlilik sırası ondadır. Ona da zaman gelmemiştir. Kendisi gibi çobanlıktan gelme, inşaatlarda tecrübesini edinmiş abinin evlilik hazırlıkları vardır. Bütün bu masraflara kardeşler beraber girerler. Önce onun evlenip aradan çıkması gerekmektedir.
Öyle de olur.
İskeleler kurulur, beton harcı yapılır, elde kürek ve mala… Ağızda sigara… Etrafta yankılanan ses ise Ağrı’nın kültüründen doğan dengbêjlerin seslendirdikleri ve çocukken anlam verilemeyen fakat yetişkinlikte bazen gözyaşları içinde dinlenilen şarkılar, türküler…
Düğün…
Çalışıp para kazandıktan sonra köye dönerler ve abinin düğününü yaparlar. Çocuk artık çocuk değildir, genç delikanlı olarak tanınır. Köyden şehre, çalışmaya kaldıkları yerden devam etmek için gider. Düğünü yapan abi ise daha köydedir. Bir müddet sonra abi de gelir. Çalışmaya devam ederler.
Artık alışmışlardır şehrin kalabalığına. İlk başlarda acelemilik çekerler. Abileriyle birlikte gurbet ellerde kürek, mala tutup sıva yapa yapa alın terleriyle para kazanırlar. Zamanın geçmesiyle beraber artık köye karşı duyulan özlem, hasret yerini her zaman koruyordur. Fakat köydeki hayvanları satıp şehirdeki şu 250 metrekare arsayı satın alsalar acaba? Babaları buna ne der? Olur mu, olmaz mı? Kat karşılığı sıva, boya, badana işi yapan kardeşler nihayetinde bir apartmanın bir dairesini emeklerinin karşılığında almayı başarmışlardır.
Tamam da, nasıl kullanılacak burası? Düğün yapan abinin hanımı da gelecek. İkisi birlikte mi kalacak? Yoksa kiraya mı verilecek? Yoksa bir iki yıl sonra değer kazandıktan sonra satılacak mı?
Buna genelde babaları karar verir: “Şöyle yapın, böyle yapın,” diye…
Köyde daha fazla kalmayan abi ile hanımı gelip o dairede kalırlar ve kardeşler inşaatları kendilerine mesken tutmaya devam ederler.
Evlilik ve düğün sırası bu hikâyenin kahramanına geldiğinde artık çok kolay bir şekilde bir apartman dairesinin dahi alınmadığını görürler.
Bir araba mı alınsa acaba? Bayramda köye gittikleri zaman, bayram sabahı bayram namazına baba ve kardeşler ile birlikte gittiklerinde, babanın yüzündeki o gurur…
Öyle de yaparlar. Ağrı’dan daha çok İstanbul’a ya da Karadeniz’e inşaatlarda çalışmaya giden gençlerin bazen alacaklarını alamadıkları için onun yerine kat karşılığı daire ya da bunun da mümkün olmadığı hallerde modeli düşük bir arabayı alıp köye gitmeleri sıklıkla karşılaşılan bir durumdur.
Coğrafya Kaderdir
Kardeşler çalışıp para kazanmaya başladıklarında emeklerinin karşılığı olarak yukarıda da belirttiğim gibi, çalıştıkları şehirlerde paralarının yeteceği kadar ufak bir arsa ya da bir daire veya bir araba alırlar.
Evlenen kardeşler artık iyice gurbet elleri mesken tutmaya başlar ve oralarda kalırlar. Hatta bazen bayramlarda bile memleketlerine gidemezler.
Yaşamaya Çalışmak…
Bahsettiğimiz genç için esas sınav, evlendikten sonra geçinmeye çalışmayla başlar. Çocukluğun ve gençliğin heveslerinin tamamı artık yerini mantık çerçevesinde hareket etmeye bırakır. Artık iyice olgunlaşmıştır kendisi. Hele ki baba oldu mu, yıllar içerisinde aynada kendine baktığında “Saçımın teli mi beyazlaşmış yoksa bana mı öyle geliyor? Yok yok, beyazlaşmamış, parlamıştır. O nedenle bana öyle geliyor,” der. Fakat gerçeklikten kaçamaz. Biraz daha zaman geçtikten sonra, beyazladığından şüphelendiği saç tellerinin birkaç tel daha arttığını görür ve artık tam manasıyla olgunlaşmaya başladığını, büyüdüğünü, hayatın yük ve derdinin sırtına tam oturduğunu anlar.
Bir evi geçindirmek, hele ki baba olmak… Kendisinin haricinde önceliğinin ailesi olduğunun bilincine varmak, hayatının geri kalan kısmında benimseyeceği hayat biçimi olacaktır.
Zaman içerisinde dönüp de arkasına baktığında, kendisi gibi yaşayan diğerlerini gördüğünde duygulanıp gider. Köyünün meraları artık yoktur çünkü etrafında koca koca binalar ile kalabalık trafik vardır.
Son yıllarda Ağrı gibi doğu kentlerinden batı illerine, özellikle de inşaatlarda ya da elektrik sektöründe çalışmaya giden gencecik fidanların, elektrik çarpmasıyla ya da inşaatlardan düşmesiyle hayatını kaybettiği insan ciğerini paramparça eden iş kazaları artış göstermeye başladı.
Her yıl, hatta her ay mutlaka iş kazasına kurban giden Ağrılı gençlerin haberlerini kahrolarak alıyoruz.
Bir ailede biri elektrikçi olarak çalışıyorsa, genellikle ailenin tamamı elektrikçi olur. Sıvacıysa tamamı sıvacı olur, duvarcıysa tamamı duvarcı. Bu, kuşaktan kuşağa aktarılan bir gelenek haline gelir.
Peki, Ağrı ne zaman dışarıya göç vermeyi bitirecek ya da en azından azaltacak?
İş kazalarından kaynaklanan ölüm haberlerini ne zaman duymayacağız artık?
"Coğrafya kaderdir" demek, bu sorulara yanıt olmaya yetiyor mu? Yoksa yetersiz mi kalıyor?
Bu soruların cevapları, doğrudan Ağrı’nın gençlerinde saklı.
Şu an çobanlık yapan küçük çocuklarda...
Gurbet ellere yeni yeni alışmaya çalışan, yol yordam öğrenmeye çalışan acemi ustalarda...
Hayat, bütün acımasızlığıyla bu soruları hem sorduruyor hem de cevabını veriyor.
Ama öyle böyle değil...
Yürek burkan, can yakan, çaresiz bırakan bir şekilde veriyor.