Her yıl Ağrı’dan yüzlerce insan, “ekmek parası” derdine düşüp batı illerine, oradan da Avrupa’nın ve Amerika’nın yollarına düşüyor. Kimisi gençliğinin baharında, kimisi çocuklarının geleceği için. Çoğu, arkalarında sessiz bir özlemi, yarım kalmış bir sıcak yuva kokusunu bırakarak gidiyor.
Ağrı’nın yüzyıllardır süren bir kaderi bu: “Rızkını memleketinde değil, gurbette aramak.”
Ama ne yazık ki bu rızık arayışı, kimi zaman “dönüşü olmayan yolculuklara” dönüşüyor.
Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de, her biri beton yığınlarının gölgesinde çalışan, gökyüzüne biraz daha yaklaşırken hayattan kopan nice canlarımız var.
Geçtiğimiz günlerde yine yüreğimiz dağlandı.
Ankara’da, 15 katlı bir binanın dış cephesinde çalışan Patnoslu iki kuzen, biri 36 diğeri 19 yaşında...
Biri çocuklarını geride bırakmış bir baba, diğeri daha hayatın eşiğindeyken, düşüşle son bulan bir umut hikâyesinin kahramanı oldu.
İnşaatta rızkını ararken, “mezarını” bulan iki fidan daha...
Bu haber, sadece bir kaza haberi değil; bu, ekonomik umutsuzluğun, işsizliğin ve göçün sessiz çığlığıdır.
Çünkü insanlar, evlerini, çocuklarını, doğup büyüdükleri toprakları keyiflerinden değil, mecburiyetten bırakıp gidiyor.
Çünkü Ağrı’da, Doğubayazıt’ta, Tutak’ta, Diyadin’de, “iş” hâlâ bir umut değil, bir hasret meselesi.
Her defasında “Keşke” diyoruz.
Keşke Ağrı’da gençlerimiz için fabrikalar, atölyeler, üretim alanları olsa.
Keşke rızkını kazanmak için 15 kat yükseğe değil, kendi memleketinin topraklarına tırmansa bu insanlar.
Keşke her “iş kazası” haberinden sonra değil, her “istihdam müjdesi”yle umutlansak.
Bu yazıyı bir sitemle değil, bir çağrıyla bitirmek istiyorum:
Ağrı’da iş alanı demek, sadece ekonomi demek değildir.
Bu, bir hayat kurtarmak, bir evin ocağını sönmekten kurtarmak demektir.
Bir kuzenin, bir babanın, bir evladın “memleketinde kalma” umudunu yeniden yeşertmek demektir.
Artık yeni mezarlıklar değil, yeni iş yerleri açılsın memlekette.
Gurbete gidenlerin arkasından değil, Ağrı’da çalışan gençlerin gururuyla konuşulsun artık bu şehir.