BENİM ŞEKER OĞLUM

Sitemizin ve Ağrı'nın en iyi yazarlarından biri olan aynı zamanda yaşamın içinden yazıları kaleme alarak içimizi ısıtan Halit Aldemir, 2011 yılında Van'da yaşanan deprem döneminde oğlu ile olan bir diyaloğunu köşesine taşıdı.

İpekyolu Devlet hastanesine yürüyordum. Saçım başım kaşınıyordu. Derman aramaktaydım..

Elimde küçük elleri oğlumun.. İkide bir sorar,’baba daha hastaneye gelmedik mi?’ Yorulduğunu böyle ifade etmeye çalışıyordu. Ben de; ‘Hava güzel diye arabayla gelmedik , babişim. Yorulduysan biraz dinlenelim. Sana meyve suyu alalım mı?’ dedim. O’nun, bütün marketlerin kapalı olduğunu söylemesi, yüzümde bir top mermisi şiddetinde patladı. Gerçeklerle yüzleştirdi beni. Kendime geldim.

İpekyolu Caddesindeki onlarca market, fırın, bakkal, manav ve eczane kapalı. Demirci, mobilyacı, tamirci, lastikçi, hırdavatçı, piriketçi, karocu, kargocu…

Kaldırımlara kadar kullanılan dükkân önleri bomboş.. Manav dükkânlarının önlerinde meyve, sebze tezgâhları ve giysi dükkânlarının önlerinde unutulan birkaç askıydı esnaflardan kalan izler. Çöplerin cirit attığı dükkân önleri her gün temizlenen sulanan süpürülen, paspaslanan yerlerdi. Fırın camlarından, boş hamur tekneleri ve boylu boyunca uzanmış kürekler…

Bu caddeden kaç kez geçmiştim, hangi marketten, hangi fırından, hangi bakkaldan alışveriş yapmıştım, gözlerimin önünde: Yüzmeye yada pikniğe giderken, şuradan peynir, ekmek; şuradan karpuz, domates, salatalık; şu marketten, kömür, su, çerez… Açık ekmek kedi kavşağı geçildikten sonraki ilk fırından; somun ekmek herhangi bir marketten veya fırından alınırdı. Ve her alışverişten sonra, arabaya binerken arkadaşlardan biri, ’bir şey unutmadık değil mi?’ derdi. Cevap ise, genellikle koro halinde, ’hayır hayır’ olurdu. Oysa, geçen ramazan ayının son iftarlarından birini sahilde mangal keyfiyle açalım derken, aldığımız etin markette unutulduğunu kömürler kızardığında anlamıştık.

Bu caddede yaz günü ne çok manav olurdu. Birbirlerini tamamlamak içindi, meyve ve sebze renkleri… Yok yok, mor bile, mavi bile.. Yerli kavun zamanı bütün kavunlar yerliydi. Her mevsim bütün karpuzlar Adana..

sahilde kavun, karpuz kabuklarını toplamak bana düşerdi. Ya diğer çöpler. Onları da toplar, poşet poşet yol kenarına koyardım. Amik’te, Ayanıs’ta, Mollakasım’da, Edremit’te… Ama bir gün bu çöplerin bu sahillerden alınacağı umuduyla yakmazdım.

Sirenlerle uyanmak geçmişten, aman Allahım…

Bir saniyede binleri düşünmek bu işte.. Oğlum üşüdüğünü söylüyor. O’na dönüyorum. Çömelip yanağından derin derin öpüyorum. ‘Ne zamandır dalmışım’ diye düşünüyorum, oğluma sımsıkı sarılarak.

Hastaneye çok yaklaşmıştım. Baştan beri sesini duyduğum ambulansların hastane bahçesine girmediklerini fark ettim. Daha da meraklandım. Endişeli endişeli ve dikkatlice hastane bahçesini izlemeye başladım. Anlatmaya kelimelerin yetemeyeceği andı o an. Ana baba günü.. Vahamet bir kez daha çarptı yüzüme. ‘Bu kaşıntı bende kalsın’ dedim kendi kendime. Yolun karşı tarafına geçip, oğlumla geldiğimiz yolu geri gidecektik.

Onca ambulansların sirenli geçişi, hiçbir zaman olağanlık kazanmadı. Her siren bir duaya dönüşüyordu dilimde. Bütün içtenliğimle ve bütün bedenimle.. Tüylerim diken diken..

Ve kamyonlar geçiyordu. Ev eşyaları yüklenmiş, göç var. Traktör römorklarına ve kamyonetlere gelişi güzel atılmış eşyalar alelacele gidildiğini haykırıyordu. Eşyalar direngen; götürülmeye başkaldırıyormuşçasına ayakta.

Geçen iki kamyon, bir traktör ve bir kamyonetten sonra yol kenarına parketmiş bir kamyon.. Oğluma, ‘Bak bir tanem, bu kamyona ev eşyası yüklemişler.’ dedim. Duraksamadan, ’İstanbul’a gidiyorlar bence. Evleri yıkılmış, gidiyorlar’ diye söylendi. Gizlemeye çalıştığım; hüznün, belirsizliğin hatta çaresizliğin aslında çocuk tarafından net bir şekilde algılandığını görüyordum. Belki de, benden daha ağır yaşamaktaydı bu günlerin yorgunluğunu. “Evleri yıkılmış, gidiyorlar” diyordu, altı yaşında..

Oğluma, “bak bir dede var kamyon üzerinde.” dedim. O dedenin benim arkadaşım olup olmadığını sordu. Hayatımda gördüğüm bir kimse değildi. Ama o şimdi bana bir yakın arkadaş, bir dost, bir kardeş kadar yakındı. Bu yakınlık için, Kedi Yurdu’nda aynı havayı teneffüs etmek yeterdi. Daha önceleri yetmiyordu. Bundan sonra yetmesi, ne iyi olurdu. Oysa aynı acıyı yaşamış, aynı duyguları hissetmiş ve Allah’a aynı temennilerle yakarmış olmak aynılığımızı nasıl da ortaya seriyordu. Şimdi daha çok sorar olmuştuk birbirimizi. Tanıdık, yabancı, yürüyen, çalışan… Artık daha çok selamlaşılıyordu. Hal hatır sormaya daha özen gösterilir olmuştu. Utana sıkıla ve kendimden gizlercesine; ‘Ama bu özen için bu acıları yaşamak mı gerekirdi?’ Belki de… Çünkü hayır bildiklerimizde şer, şer bildiklerimizde hayır…

Kamyon üzerinde, eşyalar arasında bekleyen yetmiş yaşlarındaki dedeyle selamlaşırken, dedenin kulaklarının ağır işittiğini fark ettim. Yüksek sesle konuşmaya çalıştıysam da çok iyi anlaşamadık. ‘Mersin, Mersin’ diyordu. ‘Orada oğlum var.’ Zorla götürüyorlar evladım. Şimdi otobüs gelecek. Oysa ben burada ölmek istiyordum.’ diyordu buğulanmış gözleriyle. Erek Dağı’ndan şehir merkezine, oradan denize doğru baktı. İnen gözyaşlarını sildi. Ellerini havaya kaldırıp dua etti. Hep Van, Van diyordu. Duymadım kendisine veya çoluk çocuğuna dua ettiğini. Van Van Van.. Biliyordu ki, O, iyi olunca herkes iyi olacaktı. Dede ağlamaya başladığında, ona el sallayarak ayrıldık. ’Ama geleceğim.’ diyordu arkamızdan, aynı cümleyi birkaç defa tekrarlayarak. Oğlum: ‘Baba, o ağlayan dede yine gelecekmiş, duydun mu?’ diyordu.

Yufka yüreklerimiz delik deşik iken; yanımızdan ağır ağır geçen, ev eşyası yüklü bir kamyon daha. Eşyalar arasında iki genç erkek. Yedi yabancı diyebileceğimiz kadar tanıdık, iki yabancı. Yürek yangınıyla, bağırarak; ‘ siz de mi terk ediyorsunuz...’ sözlerimi kamyona ulaştırmıştım. Haykırışımla boğazımın yandığını hissediyordum. Gözyaşlarımı gizli gizli siliyordum. Oysa, gizlendiğim şeker oğlum, benden de duygusaldı. Her şeyin farkındaydı. Gençlerden biri bize el sallarken diğeri, ‘Yine geleceğiz. Van, sana yine döneceğiz.’ diyordu. Bir yandan da elleriyle, gidip döneceğiz anlamına gelecek işaretlerde bulunuyordu. Öyle istekle yapıyordu ki bu işaretleri, beni inandırmaya mecburmuş gibi. Arkalarından bakakaldım bir süre.

Kendimi ceviz projelerinde yetiştirdiğim ve yıllanmış bir ceviz ağacının sökülemeyecek köklerinin, kök salmışlığıyla özdeşleştirerek, ‘direndiğim kadar var olabilirim’, diyordum. Ve yüksek sesle ‘Benim Şeker Oğlum, ben bir ceviz ağacıyım artık.’ diyorum. ‘Benim tatlı babam, hayır, sen ceviz ağacı değilsin, sen babasın.’ diye cevap veriyor.

Oğluma dönerek,’ Benim Şeker Oğlum, bir arabaya el kaldırıp durduralım mı? Biner arabamızın yanına gideriz, olmaz mı?’ diyorum. Tereddütsüz, ‘tamam’ diyor. Yolun karşısına geçiyoruz. Yaklaşan ilk arabaya işaret ettim. Araç yavaşladı. Benim Şeker Oğlum, arabadakilerin benim arkadaşlarım olup olmadıklarını sordu. ‘Evet’ onlar arkadaşlarım, dedim. Arabadaki üç kişi de geçmiş olsun dileklerinde bulundular. Herkesin dilinde olduğu gibi, Kedi Yuvası memleketin durumu konuşuldu. Şehir stadı önünde indiğimizde, arabadakilerle, yakın arkadaşların vedalaşması tadında bir selamlaşmayla ayrıldık. İner inmez oğlum, ‘senin çok arkadaşın var değil mi? diyordu, arabadakileri tanıdık sanarak.

Stat karşısındaki tek katlı fırını açık gördüğümde; içimde bin bir umut filizlendi, büyüdü dallarda meyveler, Kedi Yurdu daha da mutlu… Oturduğumuzda; ‘İnşallah kötü bir şey yoktur, abi.’ sesiyle, dışarıdan çok kötü göründüğümü fark ettim. Ama cevap verecek halimin olmadığını da biliyordum. Bin bir umut belirmekle birlikte.. Ama ‘Van Van’ diye bağırmak geliyordu içimden.

28 Ekim 2011-Van

Hastaneye hala gidemedim. Bir doktor arkadaşa telefon edip, durumu anlattım: ‘Üzülme, aşırı üzüntüden kaynaklanmıştır, geçer..’

26 Aralık 2011-Van

Karaköse Haber - Bizi Sosyal Medyada Takip Edin!

Bakmadan Geçme